1964’te Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanı Lyndon B. Johnson, Türkiye’nin Kıbrıs’a yönelik olası saldırısını önlemek amacıyla başbakan İsmet İnönü’ye oldukça tartışmalı bir mektup yazar. Daha sonra “Johnson Mektubu” olarak adlandırılan bu mektupta Johnson, NATO üyesi olan iki ülkenin savaşmasını “Kabul edilemez” olarak nitelendirir. Türkiye’nin “izin almadan” Kıbrıs’a saldırması durumunda Sovyetler Birliği’nin saldırılarına açık hale geleceği yönünde ayrıca tehdit söz konusudur. Kamuoyunda bu mektuba İnönü’nün cevabı olarak yansımış sözleri tarihe geçti: “Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini bulur.“
Tarihi bir yanlışı düzeltmek gerekirse bu sözler 5 Haziran 1964’te gelen “Johnson Mektubu”ndan önce 16 Nisan 1964’te Time dergisine İnönü’nün Kıbrıs ile ilgili verdiği röportajda geçmektedir. Ünlü “Johnson Mektubu” daha sonra gelmiştir (Mektup saklı tutulmuş, kamuoyuna mektubun yansıması 2 yılı bulmuştur). Mektuptan sonra ne İnönü Kıbrıs’a bir çıkarma kararı vermiş ne de yeni şartlarda bir dünya kurulmuştur (Türkiye’nin çıkarma yapacak askeri donanımı olduğu da oldukça şüphelidir).
Türkiye, bu kriz vesilesiyle kendisi için oldukça önemli gördüğü bir konuda Batı’dan destek alamayacağını anlamaya başlamış, mektupta geçen “ABD’nin Türkiye’ye sağladığı askeri malzemenin bu müdahalede kullanılmasına izin verilmeyeceği” uyarısından ve 1974’teki “Barış Harekatı”ndaki silah ambargosundan sonra da silah sanayisinde yeni adımlar atmıştır.
Bu mektubun üzerinden 50 yıla yakın zaman geçmişken Türkiye’nin başında “Milli Şef” İnönü kadar hatta O’ndan daha güçlü olduğunu söyleyebileceğimiz Recep Tayyip Erdoğan var ve Erdoğan’ın Yunanistan’a karşı savaş başlatabileceğine ilişkin sözleri gündemde. Ancak dikkat çekmemiz gereken durum, her ne kadar Türkiye’ye yeni gerekçelerle silah ambargosu uygulansa da, geçen 50 yılda yeni şartlarla yeni bir dünyanın kurulduğu ve bu dünyanın hala oluşum sürecini tamamlamadığı.
Dünyanın hangi yönde ilerlediğini tarihe baktığımızda tahmin etmek maalesef zor değil ancak Türkiye’nin hangi yönde ilerleyeceği oldukça tartışmalı. Ve bu, son 10 yılda dış politikadaki gelişmeleri izlediğimizde, sadece Türkiye’nin kararına bağlı değil. Değişen koşulları dikkate aldığımızda bu konuda, diğer devletlerden farklı olarak, Yunanistan’ın önünde tarihi bir fırsat söz konusu. Bu fırsat, Rusya’nın Ukrayna’ya savaş başlatmasıyla oluştu.
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’ya savaşı tekrar getirmesinin yanında başka bir nedenle önemli bir yere sahip. Bunun nedeni “topyekun savaş”ın uygulanan yaptırımlar eşliğinde biçim değiştirmesi. Bilindiği üzere ABD tarafından hemen her uluslararası sorunda yaptırımlara sıklıkla başvurulur. Rusya’nın Ukrayna’ya savaş açmasıyla birlikte yaptırımlar, Batı tarafından sadece Rusya’yı ve ittifak kurduğu devletleri değil doğrudan doğruya Rus vatandaşlarını da hedef aldı. Yaptırımların boyutu o kadar büyüktü ki birçok sporcu uluslararası organizasyonlara dahi alınmadı. Üstelik sadece takım oyunlarında da değil. Bu sporcular arasında son zamanlarda adından teniste en çok söz ettiren Rusya vatandaşı dünya 1 numarası Daniil Medvedev, bireysel yarışmaların en önemlilerinden olan İngiltere’de düzenlenen Wimbledon Tenis Turnuvası’na alınmadı. Belirtmeli ki bu sporculardan birçoğu, Rusya’nın saldırısını da eleştirerek savaş karşıtı bir tavır almıştı.
Rusya milli futbol takımının bu sene düzenlenecek Dünya Kupası eleme maçlarından atılmasının dışında kulüp takımları da uluslararası organizasyonlardan dışlandı. Büyük paraların döndüğü Formula 1’de yarışmanın Rusya ayağı iptal edilirken, oligark olarak nitelenen babasının sayesinde yarışma şansı bulan, Rusya vatandaşı Nikita Mazepin de aynı kadere uğradı. İngiltere’nin en büyük kulüplerinden Chelsea’nin başkanı yine oligark olarak nitelenen Roman Abramoviç, kulübü satmak zorunda kaldı. Bu insanlar gökten zembille inmedi. Rusya-Ukrayna savaşına kadar kimin, hangi parayı, nasıl harcadığı gayet iyi biliniyordu ama daha iyi bilenen şey, her zaman paranın konuştuğu (Belirtmek gerekir ki Yemen’e saldıran Suudi Arabistan çocuklar dahil birçok sivili öldürürken Formula 1’in Suudi Arabistan’daki yarışı önceki yıllar gibi 2022’de de gerçekleştirildi. Hem de bir gün öncesinde piste yakın bir petrol tesisinde gerçekleşen bombalı saldırı sonucu çıkan yangın F1 pistinden görülüyordu).
Rusya, Avrupa Konseyi’nden atılmadan önce kendisi Avrupa Konseyi üyeliğinden de çıktı. Avrupa Birliği üyesi ülkeler de Rusya vatandaşlarına vizede zorluklar çıkarmaya başlamışken bu yazının yazıldığı anlarda Rusya’yla vize kolaylığı anlaşmasını tamamen askıya aldı. Ünlü fast-food ve kahve zincirleri başta olmak üzere birçok önemli marka Rusya’daki faaliyetlerine şimdiye kadar son verdi.
Batı’da yaptırımların istenen amaca ne kadar hizmet ettiği uzun zamandan beri tartışma konusuydu. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısından beri bu soruları sormak artık biraz daha fazla cesaret istiyor. Rusya’ya uygulanan yaptırımlara baktığımızda sadece Rusya’de devlet değil Rusya vatandaşları da hedefte. Öyle ki Dostoyevski dahi yaptırımlardan etkilendi.
Avrupa’da küçük birkaç çatlak seslerin dışında yaptırımlar konusunda bir konsensüs sağlanmış durumda. Kendisini Avrupa’da görüp Rusya’ya yaptırım uygulamayan devlet denilince akla Türkiye geliyor. Yakın zamanda ABD, devlet yetkililerini aradan çıkarıp Türkiye’de faaliyet gösteren şirketleri, Rusya’ya uygulanan yaptırımları delme konusunda da uyardı.
Görüldüğü üzere artık sadece Rusya’ya veya yakın destekçisi Belarus’a uygulanan yaptırımlar söz konusu değil. Rusya, Batı sisteminden neredeyse tamamen dışlandı. Diyelim ki Rusya açmış olduğu savaşı bitirdi veya bitirmek zorunda kaldı, hatta Kırım tekrar Ukrayna’nın egemenliğine girdi. Durum, savaş öncesi duruma döner mi? Çok zor. Söylemek abartı olmaz, başta Avrupa olmak üzere artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Tüm bunların yanında Rusya-Ukrayna savaşı devam ederken Avrupa’da savaşın iyiden iyiye dillendirildiği bir ülke daha var: Yunanistan.
Bilindiği üzere Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçılığını yapan Türkiye ile Osmanlı’dan bağımsızlığını ayaklanmayla kazanan Yunanistan arasında 20. yüzyılın başlarında katmerlenen “sorunlar” söz konusu. Bu sorunların günümüze yansıdığı ve en çok konuşulduğu biçimi, kıta sahanlığı. Kıta sahanlığı, doğrudan doğruya devletlerin hava sahasını da etkiliyor. Kıta sahanlığı sorununda da ana madde, Adalar. Ege Denizi haritasını kontrol ettiğimizde Ege Denizi’nde Yunanistan’ın anakarasından çok Türkiye anakarasına yakın birçok ada, Yunanistan egemenliğinde.
Adalar şimdiye kadar Türkiye’de siyasi figürlerin birbirlerini suçlama konusu halindeydi. Özellikle Türkiye’yi 21. yüzyılın büyük çoğunluğunda yöneten Erdoğan, CHP ve İnönü ile ilgili birçok konuşmasında Adalar meselesini gündeme getiriyordu. Adalar konusu, dünya savaşları dahil, bol katmanlı bir konu ve bu yüzden de üzerinde birçok komplo teorisi mevcut. Üzerinde sağlıklı tartışmalar yürütmek neredeyse imkansız. Ancak ulus-devlet çağında belirtmek gerekir ki Adalar, Osmanlı hakimiyetindeyken dahi “etnik” olarak “azınlıklar” mevcut olsa da nüfus çok büyük çoğunlukla Rumlardan oluşuyordu. Öyle ki Lozan ile birlikte Çanakkale Boğazı’nın hemen önünde olmaları nedeniyle Türkiye’ye bırakılan adalardan İmroz’daki Türkleştirme politikaları özellikle Kıbrıs’taki gelişmelerle 20. yüzyılın ikinci yarısında hız kazanmış ve bunun sonucunda İmroz, Gökçeada olmuştur.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 3 Eylül 2022’de NATO müttefiki Yunanistan’ın Adalar’daki egemenliğini işgal olarak tanımlayıp savaş açabileceğini “Adaları işgal etmeniz falan bizi bağlamaz. Vakti saati geldiğinde gereğini yaparız. Hani diyoruz ya, bir gece ansızın gelebiliriz” diyerek açık açık söyledi. Üstelik bunu Rusya’nın Ukrayna’ya savaş açmasından 1 yıl bile geçmeden, savaş devam ederken söyledi.
Türkiye, Osmanlı’yı dahil ettiğimizde 200 yıldan beri Batılılaşmaya çalışıyor. Ondan öncesinde de zaten kendisini Batı’da geri görmüyordu. Ancak bir süredir başta demokrasi ve insan hakları gibi değerler “harcanarak” Batı’dan uzaklaşılıyor. Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), kurulmasından kısa bir süre sonra şaşırtıcı biçimde iktidara gelirken meşrulaşma kaygısıyla da Avrupa Birliği’ne tam üyelik konusunda adımlar atıyordu. Son gelinen durumsa Osman Kavala’nın tutsaklığında simgesini bulmuş durumda. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını ısrarlı bir şekilde uygulamayan ama buna rağmen uygulandığını iddia eden Türkiye, AİHM kararlarını uygulamama ısrarı nedeniyle Avrupa Konseyi’nden ihraç edilme tehlikesiyle karşı karşıya.
Avrupa’da uzun zamandır Türkiye’nin ekseninin kaydığı konuşuluyor. Pek de haksız sayılmazlar. Gezi Ayaklanmasıyla iktidarın totaliter olma yolunda ilerlemesi gözlerden saklanamayacak bir hal aldı. Gezi Ayaklanması ile birlikte Erdoğan iktidarını hiç olmadığı kadar kaybetme korkusu yaşarken bir başka İslamcı müttefikinin darbesine maruz kaldı. İlan edilen Olağanüstü Hal ile birlikte bir yandan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi askıya alınırken bir yandan da binlerce insan haklarında soruşturma dahi olmadan kamu görevlerinden ihraç edildi. Tüm bunlar olup biterken “Arap Baharı” ile birlikte adı konulan Kürt Sorunu unutuldu. Başta muhalif Kürtler olmak üzere AKP iktidarı kendisine düşman olarak kimi görse ona terörist diyor. Halkların Demokratik Partisi binalarına saldırılar düzenlenirken Selahattin Demirtaş başta olmak üzere birçok önemli isim ve oldukça yüksek sayıda üyesi tutsak durumda. AİHM önünde Demirtaş’ın tutukluluk durumuyla Kavala’nın tutukluluğu önünde pek de bir fark yok.
Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşmasında en az bunlar kadar hatta daha fazla “Arap Baharı” sonrası geliştirilen dış politikadaki hamleler de etkili oldu. Erdoğan liderliğinde AKP iktidarı her ne kadar Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) ile en çok mücadele eden devlet olarak kendisini görse de Kürtler, bu süreçte Avrupa’nın parlayan yıldızı oldu. Türkiye’ye Batılı devletler tarafından uygulanan silah ambargoları da bu süreçte birlikte gündeme geldi. ABD’de Donald Trump’tan sonra başa gelen Joe Biden’ın Erdoğan’ın demokratik yollardan iktidardan indirilmesi konusundaki videosu akıllarda. Biden, ABD başkanı olduktan sonra da uzun süre Erdoğan ile görüşmedi. Ta ki Rusya-Ukrayna savaşına kadar.
Erdoğan başta olmak üzere devlet yetkilileri tarafından Rusya-Ukrayna savaşı, Türkiye’nin tekrar Batı ülkeleriyle yakın ilişki kurması için büyük bir fırsat olarak görüldü. Rusya’nın dünya genelindeki bu düşman pozisyonunun da etkisiyle Türkiye, hem Rusya hem Ukrayna ile sık sık iletişim kuran bir devlet olarak arabulucu rolüne soyundu. Savaşan tarafların masaya oturtulmaya çalışılması ve tahıl sevkiyatının sağlanması gibi konularda meyveler de alınmadı değil. Ancak Rusya’nın olası saldırı tehdidi altında hisseden İsveç ve Finlandiya’nın Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne (NATO) üye olmak için başvurusunun önünde de Türkiye dikildi. Üstelik diplomatik yollarla arka kapılar arkasında değil iç politika malzemesi olarak kullanma amacıyla bağıra bağıra yapıldı bu. Türkiye bu üyeliklere karşı koyduğu şerhi, Erdoğan’ın uzun süredir beklediği Biden görüşmesinden sonra kendisine İsveç ve Finlandiya tarafından verilen sözler üzerine ancak kaldırdı. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği konusunda yaşadığı sıkıntıların en çok kimi sevindirdiğini söylemeye gerek yok. Özetle söylemek gerekirse Türkiye’nin, Rusya-Ukrayna savaşıyla birlikte Batı’yla yaklaşma yolunda beklendiğinin aksine pek ilerleme sağlayamadığı açık. Açıkçası ekonomik durumları bir kenara bıraktığımızda Erdoğan liderliğinde Türkiye’nin bu konuda ne kadar istekli olduğu da şüpheli.
Bütün bunları bir arada düşündüğümüzde, Erdoğan’ın Yunanistan’a karşı başlatılacak bir savaştan bahsetmesinin biraz komplo teorisi ürettiğimizde Yunanistan’a büyük fırsat sunduğu açık. Savaşın kendisi bir insanlık suçu, bahsetmeye bile gerek yok. Ancak söz konusu devletler olduğunda insanların hayatlarının pek önemli görülmediğini de söylemeye gerek yok.
Recep Tayyip Erdoğan 2023’teki seçimler yaklaşırken siyasi hayatındaki en büyük başarısızlığı yaşamaya hiç bu kadar yaklaşmamıştı. Kendisi kabul etmese de ekonomik ve siyasi bir krizin içerisindeyiz ve resmi rakamlarda bile enflasyon üç haneli rakamlara yaklaşmış durumda. Halkın alım gücü, asgari ücrete yapılan zamlarla beyhude bir şekilde arttırılmaya çalışılıyor. AKP, iktidara gelirken neyi eleştirdiyse şimdi onları kendisi yapıyor.
Birçokları tarafından Erdoğan’ın Yunanistan’a karşı bu tehdidi bir seçim yatırımı olarak görülüyor. Ancak aynı kişiler, Erdoğan’ın daha düne kadar Suriye’ye karşı bir savaş açarak seçimleri de erteleyebileceğini ya da milliyetçiliğin ördüğü hamaset duygularını yükselteceğini düşünüyordu. Peki Türkiye’nin yıllardır zaten Suriye’de askeri varlığıyla bulunduğunu ve kamuoyunun Suriye vesilesiyle daha fazla “oyalanamayacağını” söylersek yanlış mı söylemiş oluruz?
Yunanistan’da da durum pek farklı değil. Sağcı lider başbakan Kiryakos Miçotakis de 2023’teki seçimler yaklaşırken siyasi hayatının en büyük krizlerinden birisini telefon dinleme skandalıyla yaşıyor. Demokratik bir ülkede doğal olarak kabul edilemez bir durum. Ancak Miçotakis’in Erdoğan’dan farkı, Batı tarafından dışlanan bir lider olmaması. Aksine Yunanistan, tarihinde hiç olmadığı kadar ABD ile yakın ilişkiler kuruyor. Miçotakis, mayıs ayında ABD Kongresi’nde bol bol destek aldığı bir konuşma gerçekleştirdi ve bu konuşmada Doğu Akdeniz’deki gelişmeleri dikkate alarak Türkiye’ye F-16 satışını engellenmesini istedi. Türkiye, Rusya’dan satın alınan S-400 füzeleri nedeniyle ABD tarafından F-35 savaş uçaklarının üretimi sürecinden zaten çıkarılmıştı. Bu gelişmelerle birlikte Yunanistan’ın, birkaç yıl içerisinde hava üstünlüğünü ele geçireceği, hatta şu anda bile ele geçirdiği söyleniyor.
Yunanistan’a karşı yöneltilecek bir savaşın var olan hakim milliyetçi militarist iklimde engellenebilmesi çok zor. Milliyetçi ve militarist iklim noktasında Yunanistan’da da durum pek farklı değil. Yunanistan, Rusya’ya karşı Ukrayna direnişinden cesaret alarak savaş olasılığını yükseltir mi? Biliyorsunuz Rusya, savaş başlattığında Ukrayna’nın kısa bir sürede düşeceği söyleniyordu. Ancak bir türlü hava üstünlüğünü ele geçiremeyen Rusya, Batı’nın Ukrayna’ya özellikle silahlı yardım paketlerinin de etkisiyle istediği gibi ilerleme kaydedememişti.
Tüm bunları bir arada düşündüğümüzde bu yüzden sormak bana absürt gelmiyor: Yunanistan özellikle ABD’yi ve dolayısıyla Batı’yı arkasına almışken Türkiye’yi Avrupa sahnesinden bir daha hiç gelmemek üzere uzaklaştırmaya çalışmaz mı?