Türkiye’de sosyal demokrasi diye kısa bir araştırma yaparsanız neredeyse bütün yolların Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) çıktığını görürsünüz. Peki CHP, sosyal demokrat bir parti midir? Cevap nettir, hayır.
Tarihinden başlayarak sosyal demokrasi hakkında uzun araştırmalara girmenin CHP söz konusu olduğunda pek bir önemi yoktur. Çünkü başta CHP’nin kendisi, içinde demokrasi için çalışan insanlar olsa da, demokrat bir parti değildir. Bunu okuyan CHP’lilerin bana kızacağı açık ama CHP’nin önemli bir kitleye demokrat görünmesinin en büyük nedeni Türkiye gibi bir ülkede yaşıyor olduğumuz gerçeğidir. Örnek vermek gerekirse Türkiye’de güncel olarak en çok tek adam diktatörlüğünden yakınılırken CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da en çok “liderlik vasfı olmadığı” yönünde eleştirilebilmektedir. Maalesef demokrasi seviyemiz bölüm sonu canavarını oyunun başına koyuyor ve lider denilen bu engeli bir türlü geçemiyor.
Sosyal demokrasinin olmasa da demokrasinin olmazsa olmazlarından birisi önseçimdir. Önseçimin Türkiye’deki “macerası” CHP’nin demokratlığı karşısında yol gösterici olabilecektir. Önseçim deyince akla gelen partilerin başında, CHP’nin 12 Eylül darbesiyle kapatılması sonrasında kurulan partilerin birleşmesiyle kurulan ve aynı tabana seslenen Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP). SHP, Erdal İnönü liderliğinde milletvekili adaylarını belirlerken önseçim yoluna gitmiş ve bu seçimlerde başarılar da kazanmış bir parti. Kurulduğu günden beri “halk için halka rağmen çalışan” CHP’de ise genel başkan tam söz hakkına sahip. Önseçimse pek esamesi okunan bir konu olamadı.
2010’lara kadar neredeyse her genel kurulunda büyük kavgaların eksik olmadığı CHP’de demokratikleşme kıpırtıları uzun yıllar sonra Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Deniz Baykal’ın istifa etmek zorunda kalmasının ardından, genel başkanlığı 2010’da devralmasıyla ancak görülmeye başlandı. Önseçim o zamandan itibaren ciddi olarak ele alındı ve kısmi olarak uygulanmaya başlandı.
CHP’de önseçimle ilgili simge durumunda olan bir isim söz konusu: İlhan Cihaner. İlhan Cihaner, 2015 yılında İstanbul’da yapılan önseçimlerde 3. bölgede yarışan isimler arasında 1. olarak seçilmişti. Ancak CHP’nin 2020 yılındaki düzenlenen genel kurulunda genel başkanlığa aday olduğu açıklayan İlhan Cihaner, “çeşitli sebeplerle” genel başkanlığına aday dahi olamadı. Engellendi. Cihaner bu sürece “100’ün üzerinde imza ile bugüne geldik, birçok arkadaşımız bizim ofisimize gelirken yoldan çevrildi. Belediye başkanları aşıyla, işiyle tehdit etti. O belediye başkanları ve genel başkan yardımcılarını da biliyorum. Bu alçaklıktır. AKP’nin yapmadığını siz yaptınız.” diyerek tepki verdi. Yani İstanbul gibi bir şehirde yapılan önseçimde bir seçim bölgesinde en çok oyu alan CHP’li üyenin genel kurulda genel başkanlığa aday olması dahi engellenebildi.
2015 yılından sonra CHP’de önseçim gerçekleşmediği gibi var olan engellerin aşılarak önseçimin gerçekleşmesi için ekstra bir çaba sarf edildiği yönünde bir veri de yok. Önseçim meselenin bir yüzü. Demokratik olmanın asgari şartlarından birisi. Sosyal demokrasiden bahsedebilmek içinse asgari şart olan emeğe verilen değeri konuşmamız gerekir. CHP ve emek denilince 30 yaşında birisi olarak açıkçası benim aklıma gelen ilk şey, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nda (DİSK) faaliyet gösteren önemli isimlerin CHP’den milletvekili olmaları. Daha fazlası değil.
CHP ve sosyal demokrasi tartışmalarının en hararetli tartışılabileceği dönem, İsmet İnönü’lü 1960’lı yıllarda ortaya çıkan “Ortanın Solu” söylemi ve Bülent Ecevit dönemi. Bülent Ecevit her ne kadar halkçı olarak öne çıkarılsa da özellikle “Ortanın Solu” söylemiyle etkin olduğu dönemler, işçi hareketinin yükselişe geçtiği dönemler olup bu söylem kendisi için başta parti içi iktidar mücadelesi, sonrasındaysa daha çok oy devşirme yöntemi olmuştur. O dönemde yükselen işçi hareketi düşünüldüğünde Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) adını anmadan geçemeyiz. TİP, katılabildiği 1965 seçimlerinde % 2,97 oranında oy almayı başararak meclise 15 milletvekili göndermeyi başardı. Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü yıllarda TİP milletvekillerinin mecliste sosyalist olarak yer alabildiklerini düşününce CHP’nin “Ortanın Solu” söylemi daha rahat anlaşılabilir.
Ecevit, “Ortanın Solu” söylemiyle ilerleyen yıllarda başarıya da ulaşmış ve parti liderliğinin ardından başbakan olmuştur. Ancak Bülent Ecevit bazı çevrelerce halkçı olarak değerlendirilse de her kritik virajda devletçi kişiliği önplana çıkmıştır. Ecevit “Ortanın Solu” söylemini, popülist olarak değerlendirilebilecek bir siyasetin gereği olarak ve sıklıkla daha solcuların halk arasında örgütlenmesini engellemek amacıyla kullanmıştır.
12 Eylül’den sonra CHP ile yollarını ayıran Ecevit, Demokratik Sol Parti ile yola devam etmiş ve yeniden başbakanlık yapma başarısını elde etmiştir. Ancak ikinci başbakanlık dönemleri de ilk başbakanlık dönemleri gibi sosyal demokratik uygulamalarıyla değil başka konularla akılda kalıcı olmuştur. İlk başbakanlık dönemlerinde “Kıbrıs Fatihi” olan Ecevit, ikinci başbakanlık dönemlerinde parlamentoda başörtü bir kadın milletvekiline “Burası devlete meydan okunacak yer değildir!” demesi, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi ve Anayasa Mahkemesi eski başkanı olan cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile yaşadığı anayasa kitapçığı fırlatma tartışması ile akıllarda kalmıştır.
Altan Öymen ve Hikmet Çetin gibi isimler CHP başkanlığı yapmış olsa da bu dönemler partinin politikasını değiştirebilecek uzun soluklu dönemler olmamıştır. Erdal İnönü, hiçbir zaman CHP başkanlığı yapmamış olsa da SHP dönemi nedeniyle kendisinden bahsettik. Bülent Ecevit, Erdal İnönü gibi isimler için en azından sosyal demokratlık tartışması yapılabilirse de 90’lı yıllardan itibaren CHP başkanlığı yapmış olan Deniz Baykal’la ilgili bu tartışma hiçbir şekilde yapılamaz. Bugünden baktığımızda oldukça şaşırtıcı olan SHP’nin Kürt Raporu’nu hazırlayan isimlerden biri olan Deniz Baykal, Türkiye’nin gündemini meşgul edecek etkinliğe ulaştığı zamanlarda CHP’yi merkezden iyice sağa çeken politikalar sürdürüyordu. Sol bir parti olma iddiasıysa laiklik tartışmaları nedeniyle sürdürülüyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) hükümeti oluşturduğu, Deniz Baykal’ın anamuhalafet başkanı olduğu yıllarda CHP’nin politikası oldukça büyük oranda laiklik oldu. Laikliğe de sosyal demokrat bir bakış açısıyla değil devletçi bir bakış açısıyla yaklaşıldı.
CHP’de İstanbul için Recep Tayyip Erdoğan ile aynı dönemde belediye başkanı adayı olan ve daha sonra milletvekilliği de yapan Zülfü Livaneli, İrfan Aktan ile gerçekleştirdiği röportajında CHP ve SHP’nin sosyal demokratlığını “Türkiye’deki sosyal demokrasi çizgisinin aktörü ise devlettir.” diye değerlendiriyor. Aynı röportajda Livaneli’nin “Ecevit, Baykal gibi insanlar sol filan değil, soldan hoşlanmayan, tipik Türk milliyetçileridir.” dediğini ve bu röportajda Livaneli’nin Ecevit hakkında yönelttiği eleştirilere MHP Başkanı Devlet Bahçeli’nin sert çıkarak Ecevit’e “Tam bir beyefendi, saygın bir devlet adamı, tutarlı ve milli nitelikli bir solcu” diyerek sahip çıktığını belirtmeden geçmemek gerekir.
Livaneli’nin aynı röportajda Erdal İnönü eleştirisine dikkat çekmek gerekir. Erdal İnönü’nün yukarıda önseçimde Sosyaldemokrat Halkçı Parti ile başarılar kazandığını belirtmiştim. Ancak tabi önseçim uygulamak, sosyal demokrat olmaya yetmez. Öyle olsaydı sağcı partiler de sosyal demokrat olurdu. Livaneli söz konusu röportajda Erdal İnönü’nün Ecevit gibi halkçı değil devletçi olduğunu, solcu olmadığını Başbakan Yardımcısı olarak Sivas Katliamı gerçekleştiği sıradaki tavrıyla vurgulamaktadır.
Erdal İnönü ayrıca kimliği itibariyle Türkiye’de cumhuriyet için simge isimlerden birisi. Çünkü kendisi “Milli Şef” İsmet İnönü’nün oğlu. CHP bilindiği üzere padişahlığı yani iktidarın babadan oğula geçmesini kaldırmakla övünür. Ancak “kaderin cilvesi olarak” Erdal İnönü, çevresinde ve toplumun genelinde saygınlık uyandıran bir insan olsa da, ilk başbakan ve ikinci cumhurbaşkanın oğlu olarak uzun yıllar iktidara oynayan ve kendisini sosyal demokrat olarak değerlendirmekte beis görmeyen partilerde başkanlıklar yapmıştır. Bu, sadece kendisiyle ilgili bir durum değil. Türkiye’deki demokrasi kültürüyle alakalı ironik bir durum.
Sosyal demokrat olarak öne çıkmaya çalışan partilerin gündemi toplumu değiştirmeye/dönüştürmeye yönelik politikalar değil sürekli olarak gösterdikleri koltuk mücadelesi oldu. Demokrasi, bu partiler için koltuk mücadelesi anlamı taşıdı daha çok. Bu yüzden de birçok örnekte kendilerini Sol olarak gören bu partiler, koltukları Sağ’a kaptırdı. Zülfü Livaneli’nin aday olduğu 1994 İstanbul yerel seçimleri çok güzel bir örnek. İstanbul’daki seçimi kazanması beklenen merkez sağ olarak değerlendirilen partilerden Anavatan Partisi ve Doğru Yol Partisi kendi adaylarıyla yarıştılar. Kazanma şansı yüksek görülen bir diğer üçüncü isimse Zülfü Livaneli’ydi. Seçim öncesi kendilerini sosyal demokrat olarak tanıtan partiler Livaneli isminde birleşmediler. Aksine DSP ve CHP, SHP’nin adayı Livaneli aleyhine çalışmalarını yürüttüler. Sonuçta kendisine şans verilmeyen Recep Tayyip Erdoğan %25,19 oy ile İstanbul seçimini kazandı ve siyaseten önü oldukça güçlü biçimde açıldı. Zülfü Livaneli’nin %20,3 oyu vardı. Kazanma ihtimali daha düşük olan DSP’nin oyu %12,38 iken CHP %1,4 oy aldı. Türkiye’de sosyal demokrat olduğunu iddia edebilen partilerin büyük başarılarından birisi. (Fırsatım olursa İzmir’in işçi kimliği en çok öne çıkan ilçesi olan Aliağa’daki 2000’lerde yaşanan buna benzer koltuk mücadelesini de yazacağım.)
Türkiye’de sosyal demokrasi denilince akla gelen ve diğer ünlü isimlerden farklı bir konumda bulunan Murat Karayalçın gibi başka isimler de var ancak aralarından birisine daha değinmek istiyorum sadece: İsmail Cem. İsmail Cem, SHP-CHP-DSP maceralarından sonra Yeni Türkiye Partisi’ni kurdu. Ancak arzu edilen sonuçlara ulaşamayan bu parti sonunda CHP’ye katıldı. İsmail Cem, sosyal demokrasi üzerine teori olarak da katkı sağlayan bir isim. “Sosyal Demokrasi ya da Demokratik Sosyalizm Nedir?” başlıklı kitabında da bu meseleyi uzun uzun tartışıyor. İsmail Cem’in etkinliği de tabanda değil daha çok parti yönetimlerinde olduğu için YTP belki de şu an hatırlanmıyor bile. Ancak şunu da vurgulamak gerekir ki Bülent Ecevit, Erdal İnönü, Deniz Baykal, İsmail Cem çıkışları itibariyle işçilerin, emekçilerin içinde yetişmiş isimler değil, daha çok iyi okullarda okuma şansı bulmuş ve kendilerini bu şekilde geliştirmiş isimler.
Şimdiye kadar bahsettiğim ve kendilerini sosyal demokrat olarak tarif eden partiler CHP veya CHP’yle doğrudan bağlantılı partiler oldu. Bu partilerin de temel özelliklerini sosyal demokrasi değil daha çok en fazla Merkez Sol olarak değerlendirebileceğimiz politikalar işletmeleri oldu. Bu partiler halkçı kimliklerinden çok devletçi oldular ve zaman zaman devletten bile çok devletçi oldular. Türkiye’de sosyal demokrat hareketler içerisinde milliyetçilikten uzak, ezilenlerin seslerini duyurmaya çalışan insanlar oldu ama kurumsallık oluşturan bir hareket sağlanamadı. Oysa sosyal demokrasi, dünyanın birçok yerinde kendisini sosyalist veya komünist olarak değerlendirmeyen ama solcu olduğunu düşünen insanlar için her zaman ilk seçenek olmuştur. Ancak Türkiye’de CHP hak-hukuk-özgürlük mücadelesi değil daha çok koltuk mücadelesi vermiştir.
Türkiye’de sosyal demokrat diyebileceğimiz gerçek bir örgütlenmeden bahsedememenin en büyük sebeplerinden birisi hep CHP oldu. CHP’nin tek başına iktidarı kaybettiği 1950’lerden sonra kimliğini üzerine oturtmaya çalıştığı halkçılık, fiili olarak kısa dönemler hariç hiçbir zaman önplanda olamadı. CHP sosyal demokrasisi ne zaman milliyetçilikle karşı karşıya kalsa milliyetçiliğin onda biri kadar bile etkili olamadı. Bunda milliyetçiliği gerçek anlamda sorun etmemenin payı oldukça büyük. CHP içerisinde her zaman ses çıkarmaya çalışan demokratlar oldu ancak CHP bir şekilde bu insanları yutmayı başardı. CHP laiklik dışında neredeyse hiçbir sorunda kendi politikasında ısrar etmedi, kendi politikalarıyla büyümeyi seçmedi. Halkların Demokratik Partisi’ni (HDP) hedef aldığı açık olan milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasına bile “anayasaya aykırı ama evet” diyebildi.
Tabandan örgütlenmenin geçerli olmadığı CHP bu nedenle hiçbir zaman demokrat olamadı. Sosyal demokrasi insanı merkeze alır ama CHP’nin merkezinde her zaman devlet oldu. Televizyonlarda tartışma programlarında biraz güzel konuşan elitler -özellikle erkekler- her zaman CHP başkanlığı için aday olarak gösterildi. Süheyl Batum’dan Ümit Kocasakal’a birçok figürün geçtiği bu isimlerin en güzel örneği AKP’nin başkan kalması için uğraştığı, baroları ikilediği Türkiye Barolar Birliği (TBB) eski Başkanı Metin Feyzioğlu. Bir zamanlar CHP başkanlığı için adı oldukça güçlüydü. Böyle birçok örnek var. Böyle birçok örnek olmasının nedeni Türkiye’de sosyal demokrat olduğunu söyleyen partilerin çoğunlukla tabandan örgütlenmemesi oldu.
Muhtemelen sosyal demokrat olup hala CHP’yi dönüştürebileceğine inanan insanlar çoğunlukta. Bunda yüksek seçim barajının etkisi de oldukça büyük. Türkiye’de kendisine sosyal demokrat diyen çoğu insan, uzun bir mücadeleden sonra etkili olmak yerine CHP’ye girip hayal kırıklığı yaşamayı ve CHP’nin kimliğine dönüşmeyi seçiyor. Kemal Kılıçdaroğlu liderliğinde sosyal demokrasiye adım denilebilecek az ama olumlu sinyaller olması durumu daha fazla aldatıcı hale getiriyor üstelik. Ancak ne zaman bir dış politika konusu, ne zaman bir devletçi duruş gerekirse CHP hemen orada oluveriyor.
İşçi, emekçi konusu CHP için sadece bir söylem. Sosyal demokrasi için konuşabilecek birçok başlığı daha zikretmedim bile. En temel değerlendirilebilecek konularda CHP’nin hali bundan fazlası değil. Sosyal demokrasi tartışmalarında doğal olarak gündemde olan sosyalizm ve liberalizm konuları CHP’ye sıkışan sosyal demokrasi tartışmalarında kendine yer dahi bulamıyor. Ama maalesef kendisine sosyal demokrat diyen insanlar CHP içerisinde kendisine yer bulmaya çalışıyor. Türkiye’de gerçekten bir şeylerin değişmesi için her kritik dönemeçte Sağ ile kol kola giren Sol bundan daha fazlasını hak etmiyor mu?