Bu sorunun iki cevabı var. Birincisi, gittikçe totaliterleşen bu sistemin devam edebilmesi için milletvekili seçilen meslektaşım Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi Av. Can Atalay’ın serbest bırakılmaması gerekiyor. İkincisi, Recep Tayyip Erdoğan’ın başını çektiği Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarını en çok sarsan Gezi Ayaklanması’nın cezasız kaldığı algısı, AKP’nin başında Demokles’in kılıcı gibi sallanır. Bunun için Can Atalay’ın serbest bırakılmaması gerekiyor.
Totaliter yönetimlerin dünyada birçok örneği var. Bakunin’in iktidarın dönüştürücü gücünü vurguladığı veciz ifadesindeki gibi “Dünyanın en içten demokratını tahta oturtun, hemen inmezse yozlaşacaktır.” sözünü haklı çıkarmak için hemen hemen her iktidar canla başla çalışır. İktidarın doğasında bu vardır çünkü. İktidarın gücünü tadan bir kimsenin o andan sonra bu gücü azaltacağını düşünmek açıkçası saflık olur. Hatta bırakalım azaltmayı iktidarı bir kere ele geçiren kişi, artık sürekli iktidarını arttırmaya çalışacaktır. Bu yüzden iktidarı ele geçiren bir kimsenin, dönülemez noktalara ulaşmasını engellemek için en baştan itibaren onunla mücadele etmek gerekir. Bu mücadele verilmezse insanların en özgürce yaşadığı düşünülen devletlerde dahi nasıl kontrol mekanizmaları oluşturulmuş olursa olsun zamanla totaliter bir yönetimin oluşması işten bile değildir.
İktidarını pekiştirip kendisine yeni iktidar alanları ele geçirerek/oluşturarak gittikçe büyüyen yönetimler için artık bu yoldan geri dönüşü yoktur. Amiyane tabirle söylemek gerekirse zehir bir kere vücuda girdiğinde gittikçe yayılacaktır. Tarihi örneklerine baktığımızda da durum böyledir. İktidarını gittikçe arttıran yönetimler meşruluklarını artık yeni iktidar alanlarını ele geçirerek veya bu alanları oluşturup kendi kontrolünde dağıtarak sağlarlar. İktidarlar, iktidarı kaybetmeyecek korkusunu güçlü bir şekilde duymadıkça güçlerini meşrulukla korumaya çalışırlar. Bu korku gittikçe arttığı durumlarda da bu gücü korumanın yolu meşruluktan değil kaba kuvvetten geçer. İnancın ve güvenin yerini zalimlik, zorbalık alır. Zalimlerin, zorbaların yerini hemen başkaları doldurmaya çalışır gerçi ama bir iktidarın zalimliği artık karşı çıkılamayacak noktaya ulaştığında elde kalan “Zulmün artsın ki tez zeval bulasın.” bedduası, insanları bir parça rahatlatır. Çünkü ne olursa olsun insan bir şekilde ayakta kalabilmek için umudunu kaybetmez.
Gittikçe totaliterleşen bir iktidar kendi eliyle kendisine o kadar çok düşman yaratmıştır ki bu totaliterlikten bir parça olsun vazgeçtiğinde iktidarını bütünüyle kaybetme ve ardından başına geleceklerin korkusunu taşır. Örneğin Türkiye’de şu anda herhangi bir muhalif grubun toplumla içli dışlı olabileceği bir yerde örneğin Kadıköy’de, Beyoğlu’nda veya Çankaya’da herhangi bir yürüyüş yapması hatta yürüyüş olmadan bir basın açıklaması dahi yapması kolluk kuvvetleri tarafından engellenmekte veyahut engellenmeye çalışılmaktadır. Sadece büyük sayıda katılımların olduğu eylemlerin gerçekleştirilebilmesi mümkün olmaktadır. Yine örnek vermek gerekirse kadınların ve lgbti+’ların 25 Kasım ve 8 Mart’larda gerçekleştirdiği eylemleri önlemek için saatler öncesinde eylemlerin yapılacağı yer olan hem İstiklal Caddesi’ne çıkan her sokak polis barikatlarıyla kapatılmakta hem Taksim ve Taksim’e yakın metro durakları seferleri durdurulmaktadır. 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’na yapılan çağrılar nedeniyle Galata Köprüsü dahi açılarak seslerini duyurmaya, zalimin zulmüne direnmeye çalışan insanların Taksim’e geçişi engellenmeye çalışılmaktadır. İktidarın bu politikadan küçük bir taviz vermesi durumunda, engellenmeye çalışılan yürüyüşlerin ve protesto eylemlerinin çığ gibi büyümesinden korkulmaktadır.
Türkiye özelinde konuşmak gerekirse demokrasiden yoksun bırakılması sürecinde medya, iktidar ve iktidara yakın gruplar tarafından zaman içinde ele geçirildi. Hala ele geçirilmeye devam ediliyor. İktidar kitle iletişim araçlarını o kadar çok kontrol etmek istiyor ki kendisine muhalif olmasa bile biraz ayrıksı davranan büyük televizyon kanallarını cezalandırıyor ya da cezalandırma tehdidiyle ele geçiriyor.
Medyanın içinde olduğu durumu, Halkların Demokratik Partisi (HDP) yöneticilerinin eskiden başta haber kanalları olmak üzere televizyonda kendisine yer bulabilirken şimdi HDP’nin konuşulduğu ve düşmanlaştırıldığı zaman dahil HDP’ye cevap hakkı dahi verilmesinden anlayabiliriz. HDP’nin düşmanlaştırılmasıyla zirveye çıkan baskılar son seçim döneminde görüldüğü üzere sıranın Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) geldiğini gösteriyor. Zamanında HDP’nin düşmanlaştırılmasının bir benzeri süreçten şu anda CHP geçiyor. HDP’li seçilmiş belediyelere kayyum atanması örneklerinde görüldüğü gibi CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne de kayyum atanması her an gerçekleşebilir.
Eklemek gerekir ki iktidarın gittikçe totaliter bir yönetime bürünmesi de sadece kendi yaptıklarının sonucu değil aynı zamanda muhaliflerin yapmadıklarının sonucu. Örneğin HDP’li milletvekillerini hedef aldığı belli olan dokunulmazlıkların kaldırılmasına CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu, “Anayasaya aykırı ama evet.” demişlerdi. Bu tavırdan dolayı CHP’li milletvekili Enis Berberoğlu dahi tutuklanarak nasibini aldı. Enis Berberoğlu, Anayasa Mahkemesi kararına rağmen başta tahliye edilmedi. Yerel bir mahkeme olan İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, yüksek yargı denince akla ilk gelen mahkeme olan, devletin ileri gelenlerin yargılanabildiği makam olan ve anayasada kararlarına uyulmasının zorunlu tutulduğu Anayasa Mahkemesi’nin kararına uymadı. Daha sonra Anayasa Mahkemesi’nin daha sert bir karar vermesiyle, Kemal Kılıçdaroğlu’nun başını çektiği Adalet Yürüyüşü ve süregelen tartışmaların da etkisiyle Enis Berberoğlu ancak tahliye olabildi.
HDP’li milletvekilleri Ömer Faruk Gergerlioğlu ve Leyla Güven de ancak Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararla serbest bırakılabildi. Ömer Faruk Gergerlioğlu bu süreçte tarihte hiç görülmemiş bir biçimde özellikle mecliste sürdürdüğü eylemlerle dikkatleri oldukça çekti. Milletvekilleri sadece mahkeme kararı sonucunda değil merkezinde oldukları eylemliklerle ancak serbest kalabildi. AKP, meclis başkanları değil ellerinden gelen tüm gayretle bu tahliyeleri engellemeye çalıştı. Sırada da şimdi Can Atalay var.
Hatırlanacak olursa Can Atalay’dan önceki örneklerde tutuklu milletvekilleri teknik olarak Anayasa Mahkemesi kararları neticesinde serbest kalabildiler. Ayrıntıya girmeyeceğim ama Anayasa Mahkemesi, vermiş olduğu kararlarda anayasanın 14. maddesinin net olmaması nedeniyle tahliye kararları verdi. Meclis başkanları dahil olmak üzere AKP’li isimler milletvekillerinin tutuklu olmaları durumunu sürekli olarak 14. madde ile meşrulaştırmaya çalıştılar. Sonuç olarak milletvekillerinin serbest kalmasını sağlayan şey, teknik olarak anayasanın yorumuydu. Ve yine başta TİP’li milletvekilleri olmak üzere muhalif isimler Can Atalay’ın serbest kalması gerektiğini Anayasa Mahkemesi’nin 14. madde yorumuna dayandırıyor. Peki Anayasa Mahkemesi yorumu değişirse ne olacak? Sizce bu ihtimal az mı?
Anayasa Mahkemesi’nin şu andaki üye hakimleri direkt olarak AKP iktidarı tarafından atanmasına rağmen hala kapatılmakla tehdit ediliyor. Halbuki eskiden atanan hakimler belli güç dengeleri gözetilerek atanmış olsa da yeni hakimler için iktidarın herhangi bir çekincesi olmadı. Sırf kanundaki eksikliği tamamlamak için Yargıtay’a atanıp Yargıtay’da dosya dahi açmadan Yargıtay üyelerinin “oldukça özgür” seçimleriyle Anayasa Mahkemesi’ne üye olma şerefine sahip hakim var. Dile kolay. AKP iktidarının cumhuriyetinin 100. yılında yapılacak olan seçimlerle gideceği yönündeki büyük beklentilerimiz maalesef gerçekleşmedi. Bu dakikadan sonra Anayasa Mahkemesi üyelerinin önceki kararlarında bir değişiklik olması kimse için şaşırtıcı olmayacaktır. Yargıtay’ın şu ana kadar Can Atalay’ı serbest bırakması gerekirken yapmadı. Can Atalay’ın yüksek ihtimal Yargıtay tarafından serbest bırakılmayacağını düşündüğümüzde Anayasa Mahkemesi ilk ciddi sınavını Can Atalay konusunda verecektir. HDP hakkındaki kapatma davasını da unutmamak lazım tabi. “Davada HDP lehine oy veren AYM üyelerinin isimleri belli oldu.” haberlerinin, özür dilerim, hedef göstermelerin sonucunu yakında göreceğiz.
AKP’nin önünde iktidarını daha fazla sağlamlaştırdığını göstermek için büyük bir fırsat olduğu ortada. AKP’nin, milletvekili Can Atalay’ın serbest kalmasını engellemek için anayasayı alelacele değiştirmeye çalışması dahi şaşırtıcı olmayacaktır. Üstelik Yargıtay’ın olumsuz bir kararında dosyanın Anayasa Mahkemesi’ne gitmesi ve orada karara bağlanması için geçecek bir süre de smz konusu olacak. Seçim öncesi lgbti+’ları düşmanlaştırıcı anayasa değişiklik önerisini düşündüğümüzde değişiklik önerilerinin aynı pakette gelmesi de şaşırtıcı olmaz. Erdoğan’ın geçtiğimiz aylarda AYM’nin HDP kararı sonrası bazı üyeleri arayıp hesap sorduğu yönündeki iddialar ve bu iddiaların yalanlanmaması aklımızda değil mi?
En başta vurguladığım üzere gittikçe totaliterleşen bu sistemin devam edebilmesi için meslektaşım Av. Can Atalay’ın serbest bırakılmaması gerekiyor. Aksi bir durum, AKP’nin gücü ve iktidarını sorgulatacaktır. Ve bir de bunun Gezi Ayaklanması ile doğrudan ilgili olması durumu iyiden iyiye zor bir hale getiriyor. Erdoğan’ın aklına geldikçe Gezi’yi diline dolaması ve yalan olduğu gün gibi ortada olan sözleri tekrar etmesi hatta yenilerini sarf etmesi hala Gezi’nin hayaletinin etkisini gösteriyor. Biliyorsunuz Erdoğan son olarak “İşte Dolmabahçe Camii, o camide hatırlayın o geceyi, bira kutularıyla caminin içinde o oturan müptezeller loderler vasıtasıyla camiden buradaki makamımıza kadar kanallar açmak suretiyle geldiler, ondan sonra da gezicilerle beraber buradan Taksim Meydanı’na yürüdüler ve onları özgürlükçü olarak savundular” demişti. Osman Kavala ile aynı davada tutuklanan Can Atalay’ın serbest bırakılmasını sizce Erdoğan ne kadar arzu eder?
Gezi Ayaklanması’nın üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen ayaklanma hala düşmanlaştırılmaya çalışılıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Osman Kavala kararlarıyla bu tutuklamanın hukuki değil siyasi saiklerle gerçekleştirildiği ortada. Hatta AİHM kararlarını uygulanıp uygulanmadığı denetleyen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından 8 Haziran’da yapılan açıklamayla “İhraç dahil bütün seçenekler masada olacak” denildi. Selahattin Demirtaş’ın tutukluluğu da meselenin bir başka yönü. Aynı durum Demirtaş için de geçerli. Türkiye’nin Avrupa Konseyi’nden ihraç edilme riski gittikçe büyüyor. Tabi Avrupa Konseyi’nden önce Erdoğan, aynı İstanbul Sözleşmesi’nde olduğu gibi, bir “Cumhurbaşkanı Kararı” ile uluslararası sözleşmelerden yani Avrupa Konseyi üyeliğinden ayrılmazsa.
Milletvekili Can Atalay’ın neden serbest bırakılmaması gerektiğinin AKP için cevabını verdim diye düşünüyorum. Peki haktan, hukuktan ve adaletten bahseden insanların cevabı ne olacak?